Armağan KULOĞLU YAZAR ONAY


Kıbrıs politikası devamlılık ve kararlılık gerektirir

Kıbrıs politikası devamlılık ve kararlılık gerektirir


Kıbrıs Barış Harekâtının 50’nci yılı görkemli bir şekilde kutlanmış, KKTC ilan edileli de 41 yıl olmuştur. Türkiye’nin Kıbrıs politikası, özellikle AB’den müzakere tarihi alabilmek ve çözüm sağlayan yönetim olarak anılabilmek için yapılan müzakerelerle, bu süreçte verileceği vadedilen tavizlerle, hatta içeriden kaynaklanan hatalı davranışlarla “deneme-yanılma metodu” ile yalpalanarak yürütülmüş, sonuçta eşit, egemen iki ayrı devlet olarak doğru mecrasını bulmuştur.

BM, AB ve ABD müzakerede ısrarlı

Yapılan hatalar sonucunda Rumlar, Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla 2004’de AB’ye kabul edilmiş ve konu, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasındaki bir durum olmaktan çıkmış, fiilen AB’nin konusu haline gelmiştir. Hâl böyle olunca Yunanistan ve GKRY, AB’yi daha güçlü bir şekilde arkasında hissetmiş, BM ve ABD de tavrını daha güçlü olarak ortaya koyunca müzakerelere yeniden başlama istekleri daha da artmıştır.

Müzakerelerin devam ettirilmesi ve her türlü talebimiz karşısında ABD, AB, hatta bazı Avrupa ülkelerinin münferiden ileri sürdüğü şartların başında Kıbrıs konusunun geldiği görülmüştür. Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki hak ve çıkarlarından vazgeçmesi anlamına gelen istekleri de gözden kaçmamış, her hâl ve şartta Yunanistan’ı korudukları ve kolladıkları açığa çıkmıştır.

Türk tarafı, müzakere konusunun bir tuzak olduğunu, bugüne kadar yapılan ve sayısı dahi unutulan müzakerelerden elde edilen tecrübeyle anlamıştır. Bu nedenle Türkiye müzakere yapmaya niyetli değildir. Ancak anlaşmaya yanaşmayan bir görüntü vermemek için, “egemen eşitlik” konusunun kabul edilmesi halinde görüşmeler yapılabileceğini ima etmesinin de bir tuzak olduğuna dikkat etmeli, masaya müzakere için değil, ancak ayrı, eşit, bağımsız ve egemen iki devletin tüm taraflarca kabul edilerek el sıkışması amacıyla oturulabileceğini ifade etmelidir.

Kaçınılması gereken konular

-Kesinlikle müzakereden bahsedilmemeli, müzakerenin, salam taktiğiyle alınan tavizler olduğu bilinmeli, samimiyetimizin gerekirse yine gösterilebileceğini ifade eden yaklaşımlardan uzak durulmalıdır.

-Yunan/Rum temsilcilerinin, Türkiye’yi Kıbrıs’ta işgalci olarak nitelendiren sözlerine karşı demeçler yerine, Yunanistan’ın ve Rumların bugüne kadar yaptıkları, son olarak da Ege’de 20 ada ve 2 kayalığı işgal ettikleri yüzlerine vurulmalıdır. Sağlık bakanına kadar düşen tehditlere meydan verilmemelidir.

-Bakanların tehdit içeren beyanlarıyla “kötü polis”, başbakanın halen iki ülke arasında devam eden görüşmeleri istismar ederek müzakere talebiyle “iyi polis” rolü üslenmeleri dikkate alınmalıdır.

-Yunanistan Başbakanının; iki ülkenin karşılıklı görüşmesini fırsat bilerek, 74 trajedisinden elli yıl sonra AB üyesi bir ülke olan Kıbrıs'ın bölünmüş kalmasının düşünülemediği, dilek ve umudunun, BM kararları çerçevesinde, tek egemenlik, tek vatandaşlık ve tek uluslararası kişiliği tanıyan bir anlaşma koşuluyla bir çözüm bulmak üzere masaya oturulmasını arzu ettiği ve GKRY’nin çözüm girişimlerine Yunanistan'ın destekte ve yardımda bulunacağı ifade etmesi, müzakereden ne beklediklerini açıkça ortaya koymaktadır.

-Halen devam eden görüşmelerde, Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı eylemlerinden vazgeçmeleri için taleplerde bulunmak yerine, bunları bir kenara koyup, güven arttırıcı önlemler üzerinde durulmasının, “dostlar alışverişte görsün” anlayışından başka bir şey olmadığı bilinmelidir.

-Konu, “Kıbrıs sorunu/meselesi” olarak ifade edilmemeli, Türkiye için Kıbrıs diye bir sorun olmadığı açık olarak ortaya konmalıdır.

-Kıbrıs’ta elde edilen hakların ve onun yarattığı etkinliklerin feda edilemeyeceği, elden kaçarsa bir daha ele geçirilemeyeceği dikkate alınmalıdır.

-Muhalefetin de KKTC’deki CTP’yi, Annan Planı sürecindeki ve sonrasındaki ve halen devam eden milli olmayan politikasını ve uygulamalarını dikkate alarak “kardeş parti” olarak ilan etmesini yeniden gözden geçirmesinde fayda görülmektedir.

Hedef tanınma olmalı

-Türkiye’nin Kıbrıs politikasındaki hedefi; adada iki ayrı eşit, bağımsız ve egemen devlet olup, KKTC’nin uluslararası ortamda tanınmasıdır. Bu politika devamlılık ve kararlılıkla devam ettirilmelidir.

-Tanınmada aktif olarak çaba gösterilmeli, federasyon yönünde bir çağrışıma fırsat vermemek için de adı, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KTC) olarak değiştirilmelidir. Tanınmada sebat gösterilmeli ve alternatif destekler aranmalıdır.

- Bu kapsamda Türk Devletleri Teşkilatı’nda (TDT) KKTC’nin gözlemci üye olarak kabul görmesinin devamının “tanınma” olarak gerçekleşmesine çalışılmalıdır.

-Konunun, TDT üyelerinden bir kısmının da üyesi olduğu ve Türkiye’nin de diyalog ortağı olduğu Şangay İş birliği Örgütü’ne de taşınmasına çalışılmalıdır.

-İslam İşbirliği Teşkilatı da devreye sokulmaya çalışılmalıdır.

-Batının da çıkarı olduğu için, Türkiye’nin Rusya’yla olan iyi ilişkilerine ve yakınlığına fazla ses çıkaramadığı bu dönemde, tanınma konusunda Rusya’yla diyaloğa girilmesi de isabetli olacaktır. KKTC’nin tanınmasının, Rusya için Doğu Akdeniz’de bir emniyet supabı olduğu, adanın tümüyle AB, hatta NATO üyesi olmasını engelleyeceği, bu durumun kendi çıkarına da olduğu hususunda Rusya’nın ikna edilmesi için çaba gösterilmelidir. Karadeniz’in bir NATO (dolaylı olarak ABD) gölü olmasının engellenmesinde iş birliği içinde olunduğu da hatırlatılmalıdır.

- Almanya ARD1 televizyon kanalında yayınlanan programda KKTC haritasının kullanılması, programda Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 50. yıl dönümünün anlatılması, KKTC Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu'ndan da bahsedilmesi gibi çıkan fırsatların üzerine gidilmelidir.

***

-Kıbrıs konusu 1974’te çözülmüş, 1983’te bitmiştir. Zaten ırkı, dili, dini, kültürü, sosyal yapısı, tarihi, hatta hiçbir şeyi birbirine benzemeyen toplumlardan müşterek bir devlet olamayacağı ortadadır. Zoraki evlilik olmaz.

-Aktif olunduğunda tanınmayı destekleyici argümanlar bulmak mümkün olup çıkan fırsatlar iyi değerlendirmeli, yetmiyorsa fırsatlar yaratarak üzerine azim ve sebatla gidilmelidir.

-Daha önceki yazılarımda üzerinde durduğum üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçmenlerin durumunun, yabancılara mülk ve toprak satışının, özellikle İsrail’in ön ayak olduğu anormal inşaatların yarattığı güvenlik sorununun ve verimli tarım arazilerinin ziyan olmasının önüne geçilmesine de özen gösterilmelidir.