Atilla ÇİLİNGİR


KIRILMADIK NE KALDI? 80

KIRILMADIK NE KALDI? 80


Ama bu tepkinin karşılığı bu mu olmalıydı? Bir yumuşak söylem, bir güzel bakış bile; o acılı yüreğe çare olamaz mıydı? Ancak ne çare? ‘Acının tekmelendiği o an’, bir daha unutulmamacasına kazındı belleklerimize.

Kim yaptı, neden yaptı? Hiç önemi yok artık. Vicdanları kanatan bu görüntüye sebep olan o kişi, kısa bir süre sonra unutulacak ama Soma’da ‘acıya atılan bu tekme’, hiçbir zaman unutulmayacaktır.

 Hava kurşun gibi ağır Soma’da…

 Bir, bir çıkıyorlar ’O Maden Mezarlığından’ ama her birinin bedeni cansız.

 Üzüntünün, feryatların, ağıtların sesi kısılmış; gözler kan çanağı gibi… Acıların uğultusu, vicdanların kanayan yarası, bir de tekmelenen acının, o acımasız görüntüsü kalmış Soma sokaklarında. Bu görüntünün acısıyla, yanarken yüreğimiz; şimdi de bir marketin girişinde atılan ‘bir tokat görüntüsüyle’, bir kez daha sarsılıyor yeniden vicdanlarımız.

 Neden, niçin? Bu hak mıdır? Yaşanan tüm acıların karşılığı tekme, tokat mıdır?

 Ama öylesine bir görüntü daha yansıyor ki, ülkemin acıyla bakan gözlerine.

 Az önce ölümün karanlığından çıkıp, gecenin zifirini aydınlatan bir çift aydınlık göz, her yanı kömür karası…

 Yaşama sarılmış, ağabeyinin kollarındaki bu cesur yüreğe; acil yardım için koşuyor ambulansın sedyesi ile doktoru.

 O ürkek, o mahzun, o kömür bulamaçlı gözleri öpülesi cesur yürekten; cılız, ürkek bir ses duyuluyor: ‘’ Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin! ’’

 Be hey güzel yüzlü, cesur yürekli Murat Kardeşim, kömür karası elleri öpülesi emekçim bu facia yaşanmış; senin işvereninden, patronundan bir tek özür, bir baş sağlığı mesajı dahi duyulmamışken Soma’da, sen bir insanlık dersi daha verdin tüm o ayıplı uygulamalara…

 Devlet malına olan hassasiyetinle, senden sonra o sedyeye baş koyacak insanlar kirlenmesin diye. Hem de acıların tekme, tokat hırpalandığı Soma’nın; o hüzünlü gecesinde.

Hava kurşun gibi ağır Soma’da… Ateş düştüğü yeri yakıyor; biz ne yazsak, ne söylesek hepsi nafile…

 2014 yılının; yukarıda anlatmaya çalıştıklarımın yanı sıra hepimizin hafızasında, yüreğinde yer eden, unutulması mümkün olmayan, ülke gündeminin en üst sıralarında yer alan diğer olayları:

  Yeni yıllar hep çığlıklarla gelir, çığlıklarla giderdi! Yeni yıl sevinç çığlıklarıyla karşılanır, eskisi de aynı sevinç çığlıklarının eşliğinde yolcu edilirdi..!

 2014 yılı ise; gözyaşlarımızın göl olduğu, yüreklerimizi dağlayan feryatlarla dolu olayların yaşandığı ve  unutulamayacağı bir yıl olarak gidiyordu..!

 Bu olaylardan birisi de, 28 Ekim 2014 tarihinde Karaman ilimizin Ermenek ilçesinde meydana gelmişti.

 İlçeye 25 Km. mesafede Takan deresi mevkiinde özel bir şirkete ait bir maden ocağını su basması sonucunda 18 işçimiz hayatını kaybetmişti.

 Sanki doğa gazaba gelmişti! Orasını, burasını hoyratça deşenlere, yapılan ikazlara rağmen kazma kürek deştirenlere karşı savaş veriyordu adeta…

 Ama ne yazık ki, olan elinde kazma kürek çalışanlara, alın terine kömür karası bulaşmış emekçilerimize, maden işçilerimize oluyordu…

 Ya bu kazalarda şehit düşen o cesur yüreklerin geride kalan yakınları? Sevdaları yarım kalan eşleri? Daha baba dahi diyemeden öksüz kalan bebekleri? Yürekleri yanık anaları, babaları?

 Hele ki, Ermenek’teki ‘o maden mezarlığını!’ su basması nedeniyle şehit düşen kocasını umutla beklerken; Emiş Bahar’ın feryatlarına yansıyan aşağıdaki sözleri; ülkemizin tüm maden ocaklarında yankılanırcasına hep işitilecekti:

‘’3 aydır bizi yediler. Bizi bitirdiler. Maaşını düzgün vermediler. Elimizde yiyecek, ekmek kalmayıncaya kadar uğraştılar. Şimdi de canlarını aldılar. Sağ çıksalar ne olacak, sağ çıkmasalar ne olacak? Üç yaşında kızım var; ‘Babam nerede, suyun içinde mi kalmış, çıplak mı kalmış? Nerede Babam’ der. Çocuğuma verecek cevap bulamıyorum. Bunların hesabını nerede verecekler? Borçluyuz, dertliyiz. Bizim halimiz ne olacak? Bugünü yarına atarlar, yarını öbür güne. 3 aydır maaş yüzü görmeyiz. Eller bayram yaptı, biz yapmadık. Eller kurban kesti, biz kesmedik. Bu darlığın, bir bolluğu olur ama olmuyor…’’

 Bu çarpıcı sözler, acı da olsa gerçeğin ta kendisi değil miydi?